Mezarlıklar… Sessizlikle dolu bu topraklar, aslında insanlığın en gür seslerinden biridir. Tarih boyunca, her kültür kendi ölülerini uğurlamanın yollarını aradı; bazıları görkemli anıtlar dikti, bazıları ise mütevazı taşlarla yetindi. Ama her biri, toprağın altına yalnızca bedenleri değil, aynı zamanda bir geçmişi, bir hikâyeyi ve bir insanlık mirasını emanet etti.
Mezarlıklar, geçmişin sırlarını ve insanlığın unutulan hafızasını taşıyan sessiz bekçilerdir. Antik Yunan’da mezarlıklar, tanrıların kutsallığına atfedilirken, Roma’da ölülerin anısına yapılan lahitler, sanat ve zanaatın zirvesine çıkmıştır. Osmanlı mezar taşları ise birer kimlik kartı gibidir. Taşa işlenen çiçekler, servi ağaçları, sarıklar ve fesler, yalnızca bireyin değil, aynı zamanda bir dönemin ruhunu da yansıtır. Bu taşlar, sanatın ölümle iç içe geçtiği ve yaşamı onurlandırdığı sessiz sembollerdir.
Bugün mezarlıklar yalnızca geçmişe bir pencere değil, aynı zamanda günümüzle ilgili acımasız bir gerçeği de gözler önüne seriyor: Unutmak. İnsanlar mezarlıkları, sadece ölenlerin anısını yaşatmak için değil, kendilerine bir ayna tutmak için inşa etti. Ancak bu aynaya bakmayı unuttuğumuz bir çağda yaşıyoruz. Bakımsız kalan mezar taşları, kuruyan otlar ve terk edilmişlik hissi yalnızca kaybedilenlere değil, yaşayanların bu kayıtsızlığına da işaret ediyor.
Düşünün, bir mezar taşı ne anlatır? Üzerine kazınmış birkaç kelime, bir isim, belki bir dua… Ancak bu taş, sadece bir insana değil, onun ardında bıraktığı hayata da şahitlik eder. Osmanlı döneminin mezar taşlarına baktığınızda, her birinin birer sanat eseri olduğunu görürsünüz. Her taş, kişinin mesleğini, toplumsal statüsünü, hatta cinsiyetini dahi sembollerle ifade eder. Bu taşlar sadece ölümü değil, yaşamı da kutlar. Bugün ise çoğu mezarlık bu anlamın izlerini kaybetmiş durumda; üzerine yüklenen derin anlamlarla değil, terk edilmişliğiyle konuşuyor.
Farklı inançların mezarlıklarına baktığınızda bu unutulmuşluk daha da belirginleşir. Hristiyan mezarlıkları genelde çiçeklerle süslenmiş, özenle düzenlenmiş, yaşayanlarla ölüler arasında kopmamış bir bağın işaretçisidir. Müslüman mezarlıkları ise çoğunlukla daha sade ve tevazu doludur; ama bu tevazunun arkasına gizlenen bir ihmalkârlık, bir unutulmuşluk vardır. Bu farklar, inançların ölümle ilişkisini mi yansıtır, yoksa yaşayanların geçmişe gösterdiği özenin bir tezahürü müdür?
Bu sorular üzerinde düşünmek önemlidir, zira bu konuyla ilgili şahsi bir tecrübem, unutulmuşluğun ölçüsüz boyutlarını çarpıcı bir şekilde ortaya koydu. Geçtiğimiz aylarda, bir dostumun cenazesi vesilesiyle Avusturya’da Altach mezarlığını ziyaret ettim. Hristiyan arkadaşlarımın, mezarlıklarımızın bakımsızlığı hakkında sorduğu sorular beni derin bir şekilde etkiledi. “Mezarlıklarınız neden bu kadar bakımsız? Bu, dininizin bir gereği mi, yoksa kültürel bir özellik mi?” diye sordular. O an ne diyeceğimi bilemedim. Gerçekten bu ihmalkârlık nereden kaynaklanıyordu? İşte bu sorular, unutkanlığımızın kökenlerini sorgulamama neden oldu.
Belki de daha önemli bir soru şudur: Biz ölülere neyi borçluyuz? Bu borç sadece dua etmekten, mezarlıkları ziyaret etmekten ya da bakım yapmaktan ibaret değildir. Ölülere olan borcumuz, onların mirasını anlamak, onların bıraktığı hikâyeleri taşımak ve bu hikâyelerden ders çıkarmaktır. Çünkü mezarlıklar yalnızca geçmişin değil, geleceğin de ders kitaplarıdır.
Mezarlıklar aynı zamanda bir yüzleşme alanıdır. İnsan burada yalnızca kaybettikleriyle değil, kendi faniliğiyle de karşılaşır. Her taş, “Bir gün sen de burada olacaksın,” dercesine konuşur. Bu yüzleşmeden kaçmak, hayatın anlamını kaybetmek değil midir? Unutulan her mezar taşı, sadece ölenlerin değil, yaşayanların da değerlerinden uzaklaştığını gösterir.
Her mezarlık, bir kapıdır. Ama bu kapılar yalnızca ölüme açılmaz; hayatın özüne, insanın geçmişine ve geleceğine açılır. Mezarlıklar, unutmanın değil, hatırlamanın mekânı olmalı. Çünkü unutmak, sadece bir mezar taşının üzerindeki yazının silinmesiyle başlamaz; unutmak, hatırlama çabasının kaybolmasıyla başlar.
Bugün mezarlıklarda gördüğümüz ihmalkârlık, aslında kendimize dair bir ihmal değil midir? Eğer insan, öldükten sonra unutulmaya mahkûmsa, yaşarken yaptıkları ne anlam taşır? İşte bu yüzden, mezarlıklar yalnızca kaybettiklerimizi değil, yaşarken bıraktığımız izleri de sorgulamamız için bir fırsattır.
Bir mezar taşına baktığınızda yalnızca bir isim görmeyin. Orada yatan bir insanın hayalleri, sevinçleri, kaygıları, başarıları ve pişmanlıkları vardır. Her biri, birer hikâyedir. Bu hikâyeleri dinlemek, onları anlamak ve onlardan öğrenmek, sadece geçmişe değil, geleceğe de ışık tutar.
Belki de bu yüzden atalarımız şöyle der:
“Ölüm insana değil, unutulana gelir.”
Mezarlıkların sessizliği, bize en güçlü soruyu soruyor:
“Bir gün burada yattığında, seni hatırlayanlar neyi hatırlayacak?”
Bu sorunun cevabını bulmak, sadece ölümle değil, hayatla da yüzleşmektir. Çünkü mezarlıklar, insanın sonsuzluğa bıraktığı tek mirasın, hatırlanacak bir yaşam olduğunu fısıldar.
Gülhan Meşeli