Avrupa’nın herhangi bir şehrinde, sıradan bir banliyö sokağı…
Gün yeni doğarken, bir çocuk annesinin sesine uyanıyor.
Mutfağın kapısından kahvaltının değil, alışkanlıkların kokusu yayılıyor:
Televizyonda bir Türk dizisi. Oyuncular bağırıyor.
Mekânlar yapay, konuşmalar gerçeklikten uzak.
Ne o evdeki kimse bu dizilerdeki hayata ait, ne de dizideki dünya o çocukların gerçekliğine dokunuyor.
Ama izleniyor. Her gün, sabah akşam.
Tıpkı devredilen bir kimlik gibi…
Evde üç kuşak var.
Dede sessiz.
Baba çabalıyor.
Çocuk gözlemliyor.
Ama asıl çelişki çocuğun içinde yaşanıyor.
Evde Türkçe konuşuluyor, okulda Almanca.
Evde öğretilen değerler ile dış dünyada yaşananlar çelişiyor.
Sokakta kurallar başka, evde beklentiler başka.
Bir yerden aitlik duygusu bekleniyor, ama aslında her iki yer de onu “yarım” kabul ediyor.
Çünkü çocuk ne ekranlardaki ‘şanlı geçmiş’in bir kahramanı, ne de Avrupa’nın ‘ideal vatandaşı’.
O çocuğun ruhunda bir bavul var.
İçinde iki dil, iki kültür, iki gerçeklik taşıyor.
Biri konuştuğu, biri düşündüğü dilden hikâyeler.
Ama ayakkabıları hiçbir yere tam uymuyor.
Ya büyük geliyor, ya vuruyor.
Her adımda “Ben kimim?” sorusu yankılanıyor.
Bir gün biri soruyor:
“Sen kimsin?”
Çocuk duraksıyor.
Bir anda dizilerdeki hayalî kahramanlar beliriyor gözünde.
Sonra babasının çalışmaktan yorgun düşmüş elleri geliyor aklına.
Dedesi geliyor… Dilini konuşamadığı, gökyüzüne hiç ait hissedemediği bir ülkenin içinde, sessizce yitip giden dede.
Ve o an, çocuk susuyor.
Çünkü ne Türkiye’den tam kopabilmiş, ne Avrupa’ya tam yerleşebilmiş.
Adı belli ama aidiyeti muğlak.
Ve o muğlaklık, sadece çocuğa ait değil.
Bizim kolektif suskunluğumuzun bir yansıması.
Psikolog John Berry’nin kültürel uyum modeline göre dört yol var:
Asimilasyon, ayrışma, entegrasyon ve marjinalleşme.
Teoride basit, pratikte karmaşık.
Peki biz ebeveynler, bu yolların hangisine çocuklarımızı itiyoruz?
Evde dizilerdeki abartılı kültürle şekillenen nostaljik bir Türkiye özlemi, dışarıda ise kendini inkar ettiren bir Avrupa gerçekliği…
İkisinin arasında sıkışan çocuklar.
Bayramda şeker toplayan ama noelde çam ağacı süsleyen…
Birinden birine ait olmak zorunda bırakılan, ama aslında hiç sorulmayan bir soru:
“Sen kendini nerede var ediyorsun?”
Bu çocuklar, “entegrasyon” başlığının altında bir istatistik değil.
Onlar içsel bir savaşın tarafı.
Ve bu savaş, kimlik değil, yön bulma savaşı.
Biz büyükler neyle besliyorsak çocukların dünyasını, onlar da onunla büyüyor.
Dizilerle, korkularla, kalıplarla…
Bir aidiyet yerine bir rol ezberletiyoruz.
Belki artık durup düşünmeliyiz:
Gerçekten neyi aktarıyoruz?
Yorgun göç hikâyeleriyle bezeli, geleceği belirsiz bir kimlik mi?
Yoksa kendi yolunu inşa eden, geçmişin yükünü taşımadan geleceğe yürüyen bir birey mi?
Kimlik, sabit bir tanım değil.
Bir yolculuk.
Dededen toruna uzanan bir yol.
Ama bu yol, sadece pasaportla yürünmüyor.
Ruhla, bilinçle, yön duygusuyla yürünüyor.
O yüzden artık “kimliğimiz nedir” sorusundan önce şu soruyu sormalıyız:
Biz çocuklarımızı nereye yönlendiriyoruz?
Gerçek bir aidiyete mi, yoksa sahte bir temsilin içine mi?
Çünkü mesele, nereli olduklarını ezberletmek değil…
Nerede kendilerini var edebileceklerini birlikte arayabilmek.
Belki de çocuklarımızın gökyüzüne bakarken “Ben buradayım” diyebilmesi için önce biz susmayı bırakmalıyız.
Gülhan Meşeli